Din ve Felsefe Arasında İslam Tasavvufu-Dr.İbrahim Hilal. Çıra Yayınları, Mart 2004
"Evrenin mükemmelliği, Allah'ın dininin mükemmelliğine delalet eder. Kim gerçek bir iman ile inanmak istiyorsa, Allah'ın bu evrende yarattığı şeylere ibretle baksın ve düşünsün. Gördüğü bu mükemmellik, onu Allah'ın gönderdiği dini kabul etmeye götürecektir. Zira varlığın tam ve eksiksiz oluşu, dinin de tam ve eksiksiz olduğunu gösterir." Sayfa 13.
"Aşırı ve felsefi tasavvuf, gerçek hayatla olan bağları koparmaya ve ondan uzaklaşmaya çağırır. Allah ise şöyle buyurur:
'De ki Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim yasaklar' (Araf 32).
Aşırı ve felsefi yorum, İslam tasavvufunda galip geliyorsa bu onun, İslam dinine ve İslami çevreye yabancı olan felsefelerden etkilendiğini gösterir.
Bu yönüyle tasavvuf, İslam'da olmayan ibadet türlerini ve marifet kavramını İslam dinine sokmuştur.
Daha önce Sokrat ve Eflatun gibi Yunan, Hint ve Fars filozofları tarafından bilinen felsefi işrakilik, kişinin dünyadan soyutlanması, riyazet ve ibadetle uğraşması sonrasında keşif merhalesine ulaşması, gayb aleminden haber vermesi, felsefi İslam tasavvufu metodunun gaye ve hedefidir." Sayfa 16.
"İbrahim Ethem, tasavvufun usulünü ve gayesini bize açıklarken şöyle der: 'Ben marifeti, Sem'an denilen bir rahipten öğrendim... Rahip; 'melekler yılda bir gün yanıma gelip manastırımı süsler ve etrafında dönerler. Böylece beni tazim ederler. Nefsim ibadet için her tembelleştiğinde, ben o anı hatırlar ve kalkarım'. İbrahim Ethem; 'İşte o anda marifet kalbime yerleşti' der." Sayfa 17.
"İbrahim Ethem, rahibin yaptığı gibi kendisini tam anlamıyla ibadete verip uzlete çekilmek, insanlardan uzaklaşmak, az yemek yemek şeklinde bir yolun takip edilmesine davet etmektedir.
Hikayede anlatıldığı üzere, meleklerin rahibin manastırına yaptıkları gibi, müritlerin de şeyhlerine aynı şeyi yapmalarını, aynı saygıyı duymalarını, Kabe'yi veya Allah'ı takdis ettikleri gibi şeyhi takdis etmelerini müritlerden istediğini sezmekteyiz. Aynı şekilde Ebu Yezid (Beyazıd) Bestami, görüş ve fikirlerini açıklarken de bunu seziyoruz: Bir defasında hac için yolculuğa çıkar. Yolda kutuplardan (ermişlerden) biri ile karşılaşır. Ebu Yezid'e; 'Allah, kalp gözünle bende gördüğün şeydir. Çünkü O, beni kendi evi olarak seçti. Beni gördüğünde onu görmüş olur ve bana ibadet ettiğinde ona ibadet etmiş, onu anmış olursun. Asla benim ondan başka bir şey olduğunu sanma' diyerek dönmesini emrettiğini anlatır.
Ebu Yezid el Bestami, Vahdeti Vücud düşüncesini ilk olarak İslam tasavvufuna sokan kimsedir. Bu düşünce, Sasaniler dönemine kadar Fars taraflarında büyük bir yaygınlığa sahipti. Bu Hint ve Fars akımı (Vahdeti Vücud düşüncesi) Doğu düşüncesinin temel özelliklerinden biridir. Ayrıca Neo-sofizm (ilahi marifete yönelik akım) Yunan düşüncesinin de özelliklerinden biridir." Sayfa 18.
"Ebu Yezid'e nispet edilen bazı düşünceler:
'Muhakkak ben Allah'ım. Benden başka ilah yoktur. O halde bana ibadet edin.
Ben ne yüceyim. Şanım ne yücedir.
Yılanın derisinden çıktığı gibi ben de Beyazıd'lığımdan çıktım. Bir de baktım ki aşık ile maşuk ve aşk birdir. Çünkü hepsi birlik aleminde birdir.'
Hemen hemen bu sözün aynısını (Selahaddin Eyyubi tarafından öldürülen) Şihabuddin Suhreverdi'nin dediği gibi, filozof Eflatun'un yanında da buluyoruz." Sayfa 19.
"Beyazıd, Horasan ahalisinden olup, dedesi Zerdüşt dinine bağlı biriydi. Fena (yok oluş) hakkındaki düşüncelerini Ebu Ali es-Sindi'den aldığı söylenir. Sindi, ona nefes murakabesi olarak adlandırdıkları Hint tarikatını ve usulünü öğretti. Beyazıd, bu tür murakebeyi Allah'ı tanıyanın ibadeti diye tarif eder. Nicholson, bunun ise Buda felsefesinin bir özelliği olduğunu söyler." Sayfa 21.
"Süleyman ed-Darani, arifin fazileti hakkında şöyle söyler; 'Allah, yatağında uyuduğu halde veliye öyle sırlar açar ve üzerine öyle nurlar akıtır ki kalkıp namaz kılan kimseye bunu yapamaz. Velinin kalp gözü uyanınca, beden gözü uyur. Çünkü veli haktan başkasını görmez.'
Kalkıp namaz kılan kişi nasıl olur da onların nazarında arif-veli olmuyor ki?" Sayfa 22.
"Neredeyse bütün mutasavvuflar, marifeti nefiste yok olup, onu Allah ile baki kılmakla açıklamaktadırlar. Biz bu görüşü, ne Kur'an'da, ne muteber sahih hadislerde, ne de Ehli sünnet alimlerinin yanında görüyoruz. Aksine onların yanında, ilim ve iman hakkında sözler bulmaktayız. Mutasavvufların marifet tanımlarına tamamen zıt olarak; ilim ve iman, toplumla iç içe yaşamayı, ona karışmayı, onu ıslah etmeyi, başkasına faydalı olup başkasından fayda görmeye teşvik etmektedir." Sayfa 23.
"Sufiler için yapılan ilk tekke, Filistin Ramle'de inşa edildi. Kurucusu ise Hristiyan bir emirdi. İşte yünden elbise giymenin, tekke ve zaviyelere çekilerek insanlardan uzaklaşmanın, Hristiyanların manastırlar inşa ederken yaptıkları gibi çöllere ve dağ başlarına çekilmenin temel prensibi budur." Sayfa 38.
"Haris el Muhasibi, prensip olarak aldığı Kitap ve Sünnetle kendisini ölçmesiyle, yaşantı ve görüşlerinde sadık biriydi. Tecrübelerinde, görüşlerinde, insanlarla olan ilişkilerinde bu durum bariz bir şekilde görünmektedir. O bu tecrübe ve görüşlerini Kitap ve Sünnet süzgeci ile süzmüş, onlarla uyuşmayan ve bağdaşmayan her şeyi bırakmıştır." Sayfa 64.
"Haris el Muhasibi, tasavvufçuların Allah'ın ateşinden korkmak veya cennetine rağbet etmeksizin, sırf Allah için ibadet etmelerini kabul etmemektedir. Çünkü mutasavvufların iddia ettikleri bu durum, Kur'an ve hadislerle çelişmektedir." Sayfa 68.
"Kuşeyri ve İmam Gazali'nin dönemine geldiğimizde, işin oldukça değiştiğini ve mutasavvufların birçoğunun kitap ve sünnete bağlı kalmadıklarını görüyoruz. Bazen nasları yorumlamada öyle aşırıya gidiyorlardı ki bu naslara kastedilen manadan çok daha uzak manalar yüklüyorlar, asıl maksatlarının dışına çıkarıyorlardı." Sayfa 74.
"Kuşeyri, mutasavvuflara yönelik risalesini, onlara hak yolun İslam olduğunu, onları içinde bulundukları durumdan kurtarmak ve insanları tasavvufun bu anlatılan şekilde aşırılık üzere olduğunu zannetmemeleri için ve tasavvufun adını kötülenmekten kurtarmak amacıyla yazdı." Sayfa 75.
"Aynı şekilde Gazali de kitabı İhya'yı, Kuşeyri ile aynı amaçla yazmıştır. Gazali işrakilikten az da olsa etkilenmiş, batını ilmin varlığını kabul etmiş, tasavvuf ve mücahedeye davet etmiş, riyazet ve çileyi, keşfe ve kesin bilgiye veya ledünni ilme ulaşma yolu olarak görmesi gibi konulara meyil etmiştir.
Gazali halis tevhid inancını savunur. Bu inanç, Rab ile kulun arasına ayırır. Rabbin Rab, kulun da kul olduğunu vurgular." Sayfa 75.
"İbni Sina ve Rabia el Adeviye'nin ilahi aşk ve marifet konusundaki görüşleri, Kur'an'ın ruhuna uzak, gnostik düşünceye daha yakın olan görüşlerdir. Bu görüşleri Plotin'in de yanında görmek mümkündür. Cezb (kendinden geçme), fenaya ulaşmak ve dünyadan soyutlanmakla son noktaya varmak, dünyadaki lezzetlerin en üstünü olarak tek olan Allah'ı müşahede etme ve onunla birleşme olarak görmek gibi düşünceler Plotin'de bulunmaktadır.
Bu tür görüşler Müslüman felsefeci ve mutasavvuflar arasında oldukça yaygınlaştı. Bu uydurulmuş, suni bir taksimattır. Allah'ın muttakilere vaad ettiği nimetlerin üstüne çıkmak, Allah'ın çizdiği sınırı aşmaktır." Sayfa 91, 92.
"Rabia el Adeviye'ye nispet edilen şu sözler de bu türdendir: 'Ey ilahi, eğer ateşinden korktuğum için sana ibadet ettiysem, beni o ateşinde yak. Eğer cennetini istediğim için sana ibadet ettiysem, beni ondan mahrum kıl. Ama eğer sadece senin için ibadet ettiysem, o zaman yüzünü müşahede etmekten beni mahrum etme'.
Bütün bu durumlar, Allah'ın vaadettiklerini aşmanın, onun tehditlerine aldırmamanın veya korku ve ümit prensibinin dışına çıkmanın tabii sonuçlarıdır. Bu nedenle bazı alimler şöyle der: 'Sadece sevgi üzere Allah'a ibadet eden zındıktır. Sadece korku üzere Allah'a ibadet eden haricidir. Sadece ümit üzere Allah'a ibadet eden Mürciedendir. Ama sevgi, korku ve ümit üzere Allah'a ibadet eden kişi muvahhid bir mümindir." Sayfa 92, 93.
"Felsefi tasavvufun önde gelenleri İbni Arabi ve İbni Seb'in'di. Doğuda bunlardan etkilenen Abdülkerim el Ceyl'i ve İbni Farid'di. Vahdeti Vücud, Muhammedi hakikat, hulul ve ittihat gibi teoriler, kutup ve abdallar teorisi gibi daha önce sunni İslam tasavvuf çevrelerinde tanınmayan ve bilinmeyen teorilerin doğmasına neden oldular. Onların İslami bir temel üzere bu teorileri savunmaları, tevillere sapmalarına neden oldu. Öyle ki bu tevilleri kitap ve sünnetin ruhuna tamamen tersti. Bu teviller çoğu zaman lugavi hakikatler ve Arap dilinin üslubuna da ters düşmekteydi. Belki de lugavi manaların genişliği, dinin kastettiği ve açıkladığı manaları tahrif etmeye imkan tanıyordu. Bu nedenle onlar da bu teorilerine yakın manaları tercih ediyor, fikirlerini o manaların arasına sokuşturuyorlardı. İbni Arabi'nin söylediği sözlere Kur'an'dan ayetler ve Resulallah'ın hadislerini delil getirdiği gibi.
İmam Şevkani ve İbni Teymiyye bu görüşlere karşı reddiyeler yazmışlardır." Sayfa 100.
"Felsefi tasavvuf, Batı Endülüs'te İbni Meserre ile başlamıştır. Başlangıçta Mütezile mezhebindendir. Sonra Yeni Eflatunculuk mezhebine meyleder." Sayfa 121.
"İbni Meserre, Kur'an'ın birçok ayetini batını olarak tevil eder. Bedensel dirilişi inkar eder. Allah'ın cuziyatı bilemeyeceğini, ancak gerçekleştikten sonra bilebileceğini iddia eder. Yine İbni Meserre'nin cehennem azabının gerçek azap olmadığını söylediği iddia edilir. Bu iddiayı ondan sonra İbni Arabi de söyleyecektir." Sayfa 125.
"İbni Arabi, Eflatun'u över ve onu Aristo'dan daha üstün görür. Aristo'yu cahil olmakla niteler. Müslümanları, Eflatun'u kötülemelerinden dolayı ayıplar ve onları eleştirir." Sayfa 128.
"İbni Arabi açık bir şekilde, elde ettiği şeylerin bir araştırma veya teorik düşünceler sonucu olmadığını, aksine bütün söz, fiil ve ahvalinde Resulullah'ı taklit etme sonucu tasavvufi bir keşfe vardığını, bu keşif sayesinde Resulullah'ın varislerinden olma fırsatını bulduğunu söyler.
İbni Arabi, bu 'veraset'le şunu kasteder: Batıni ilimlerde, keşif ve müşahedelerde, uykuda doğrudan Allah'tan veya Rasulullah'tan ilim almaktır der." Sayfa 141.
"İbni Arabi, keşif sahibinin ilmi doğrudan Resulullah'tan aldığını, taklitten, mukallitelerden ve mezhep sahiplerinden uzak olduğunu söyler ve der ki; ' Bu sadık fakir, hiçbir mezhebe bağlı değildir. O kendisine görünen Resulullah ile beraberdir." Sayfa 149.
"Resulullah'a uymanın bereketi ve ona ruhen varis olma sayesinde, İbni Arabi İsra mucizesinde Resulullah'ın mirasından bir şeyler elde ettiğini ilan eder. Kendi hayal gözü ile göğe çıkarıldığını görür. Beraberinde meleklerden bir melek vardır.
İbni Arabi'ye göre insanın dünyadan soyutlanması ve arzularından kurtulması, onu mele-i alaya çıkarır. Bu, maddi dünya düzeyinden çıkmasına yardım eder. Sürekli olarak Allah ile birlikte olmasını sağlar." Sayfa 157.
"İbni Arabi velinin derecesini, peygamber derecesine yükseltmektedir. Bu İbni Arabi'nin velileri 'velilerin peygamberleri' şeklinde isimlendirmesinde açıkça görülmektedir. Çünkü velilerin, edindikleri bilgileri insanlara tebliğ etmekle yükümlü oldukları görüşündedir.
İbni Arabi, Allah'ın kendisine, Allah için, Resulü için, tüm müslümanların hem geneli ve hem de özeli için -ama özellikle geneli için- nasihat etmesini emrettiğini söyler. 'Birçok defa hiçbir aracı bulunmaksızın özel olarak bana hitap etti ve dedi ki; kullarıma kendince müjdeleyici bir tutum içinde nasihat et'.
İbni Arabi, velilerin peygamberlerle aynı zati sıfatları paylaştıklarını belirtir. Onlar da avamın uyku halinde idrak ettiklerini, peygamberler gibi uyanıklık halinde idrak ederler, der." Sayfa 169.
"İbni Arabi'ye göre, kavmi Hz. Nuh'u yalanlarken haklıydı. Çünkü Hz Nuh, onları zahir lisanı ile davet etmişti. Onlardaki batının hakikatini ve gördükleri keşif gerçeğini anlayamamıştı." Sayfa 172.
"İbni Arabi, sahip olduğu Vahdeti Vücut anlayışının kendisine yazdırdığı, Kur'an'a da sünnete de uymayan, hakikatleri ters yüz etmekten ve bu iki ana kaynaktan uzaklaştırmaktan başka bir anlama gelmeyen daha birçok örnek kaleme almıştır." Sayfa 172.
"İlm-i ledünni konusundaki hamaseti İbni Arabi'yi aşırılığa sevk etmiştir. Allah'a iman ve sıfatlarını tanımak konusunda İbni Arabi tek yolun ilmi ledünni olduğu düşüncesindedir. Bu ilmi, iman nuru olarak adlandırır. İlmi ledunni, kişinin kalbine nur isminden kaynaklanan bir tür ilahi tecellidir. Bu nur kendisine bahşedilmeyen kimsenin, ariflerin imanı gibi iman etmesine veya nefiste tamamen karar kılan ve zahir imanın karşılığı olan batini imana ulaşmasına imkan yoktur. Bu nedenle akıl yoluyla veya peygamberlerin mucizelerine tanıklık yoluyla iman eden kimsenin, her ne kadar aklen resullerin doğruluğunu itiraf etse de kendi nefsinde risaleti inkar ettiği görülür (Arabi'ye göre)." Sayfa 173.
"İbni Arabi 'velayeti peygamberlikten üstün' görenler arasındadır. İbni Arabi, her yaptığı ve her söylediği şeyde Rasule tabi olduğunu ilan etmesine rağmen böyle bir düşünceye sahiptir.
İbni Arabi, ledunni ilimden bahsederken şöyle der; 'Bu ilim, sadece son peygambere ve son veliye mahsustur. Herhangi bir nebi veya resul, gördüklerini son peygamberin kandilinden görür. Evliya ise gördüklerini son velinin kandilinden görürler. Bunları peygamberler dahil, ancak son velinin kandilinden görebilirler. Çünkü peygamberler de birer veli olmaları hasebiyle zikretmiş olduğumuz şeyleri ancak son velinin kandilinden görebilirler. Şöyle der;
Nübüvvet seması bir berzahta
Velinin az altında, Resulün üstünde." Sayfa 188.
"İbni Arabi'nin, batın ilmi velilere tahsis edip, peygamberleri bundan soyutlamasına ve peygamberlerin sadece teşride veya haber vermede yetkili olduklarını ve tüm çabalarının sonucu olarak bu noktaya varabildiklerini kabul etmesine bakılırsa peygamberlikle alay ettiği anlaşılır." Sayfa 189.
"İbni Arabi'nin kendisini Allah ve Resulü ile ilişkiye geçmiş bir konumda varislerden addetmesi, bizde düşünceleri karşısında dikkatli davranılması gerektiği fikrini uyandırıyor. O bu düşüncesini Fususül Hikem'in giriş bölümünde dile getirir ve bu kitabın kendisine Allah tarafından yazdırıldığını ifade eder: 'Ben sadece bana ilka olunanı ortaya döküyorum. Bu satırlara indirdiklerim, bana indirilenden başkası değildir. Ben ne bir nebiyim ne de Resul. Ancak varisim ve ahireti için amel edenim." Sayfa 195.
"İbni Arabi anlayışında, ontolojik hakikat sonucu, varlıktaki her şey birbirine eşit görülüyor. Bunun sonucunda, arada hiçbir fark görülmeden; müminin isyankar, nimetin azap, insan, hem cansız varlık ve hem de hayvan ve her şeyin Allah olduğu neticesine varılıyor. Dinler arasında ve iman milletiyle küfür milleti arasında herhangi bir fark görülmüyor. O, bu konuda şöyle der:
İnsanlar Allah hakkında birçok inanca sahipler
Ben ise onların inançlarının tümünü itikat edindim.
İbni Arabi, bu ontolojik gerçeği peygamberlerin değil, ancak vuslata ermiş olanların ve velilerden himmet sahibi olanların kavrayabileceği görüşündedir." Sayfa 196.
"İbni arabi'ye göre Hz Nuh, kavmini Allah'ın birliğine, mahlukattan ayrı olduğuna ve kendilerini de O'nun yarattığına davet etmişti. Onun bu muhalefetinden ötürü kavmi davete icabet etmemişti. İbni Arabi nazarında Hz Nuh henüz kafirlerin ulaştığı keşif mertebesine yükselememişti ve kavmini Allah'ı birlemeye nasıl davet edeceğini bilememişti.
Gayet açıktır ki İbni Arabi, dile getirdiği bu düşünce ile Hz Nuh'un risaletinin değerini düşürmekte ve onu başarısızlıkla nitelendirmektedir. Sonuçta da Nuh kavminin, peygamberlerinin çağrısını reddetmekle hak üzere bulundukları neticesine varmaktadır." Sayfa 199.
'Ve tanrılarınızı sakın bırakmayın, sakın Ved, Suva, Yeğus, Ye'uk ve Nesri terketmeyin dediler.' (Nuh 23).
Çünkü onlar bu ilahları terk etmiş olsalardı, terk ettikleri oranda hak bilgisinden mahrum kalırlardı. Zira ibadet edilen her varlıkta Haktan bir nebze bulunmaktadır. O varlığa yöneltilen ibadet de ancak bu hak nebzesinden dolayıdır.
İbni Arabi, 'Rabbin ancak kendisine ibadet etmenizi emretti.' (İsra 23) ayeti hakkında bu tür bir anlayışa sahiptir. Yani ezelde hüküm ve takdir etti ki; siz ibadetlerinizin şekilleri her ne kadar farklılık arz etse de ancak ona ibadet ediyorsunuz siz. Ondan başkasına ibadet etmediniz. Çünkü her şey, görüntü, tecelli tek bir hakikatin -Allah- değişik vecihleridir. 'Her mabudda, ibadet olunan ancak Allah'tır'". Sayfa 200.
"Allah Nuh kavmi hakkında şöyle buyurmaktadır: 'Onlar da günahlarından dolayı boğuldular. Ardından ateşe atıldılar.' (Nuh 25).
İbni Arabi, günahı ledünni ilme giden bir adım olarak görür. Çünkü onlar günahları ile alıp götürülmüş ve Allah'ı tanıma deryasında -hayret ve şaşkınlık- boğulmuşlardır. İbni Arabi ayette ifade edilen ve meşhur olarak tufan diye bilinen boğulmayı; ledunni ilim deryasında boğulmak olarak algılar." Sayda 201.
"İbni Arabi'ye göre, Hz Musa'nın kardeşi Harun'u kınaması, kendisinin yokluğunda toplumunu buzağıya ibadetten alıkoymaması nedeni ile değil, onların buzağıya tapınmalarını hoş görmemesi sebebiyledir.
Taşa, ağaca, hayvana, insana, yıldıza veya meleğe tapınılması şeklinde zuhur eden putperestliğin her türlü şeklini gerekçelendirmesi yanında, İbni Arabi'nin adet edindiği üzere tevhide davet için gelen peygamberlerin kıymetini düşürmeye çabaladığını görmekteyiz. O, bu peygamberlerin ardında, gelen vahyi tevil eden batıni peygamberler bulunduğunu kabul etmekte ve bunları zamanın Peygamberi olarak adlandırıp, onları gerçek peygamberler saymaktadır. O peygamberlerin de bir Allah'a davet ettiklerini belirtmektedir.
Yani İbni Arabi, bir yönden Allah ile alemi eşit görmekte ve batıni peygamberlere bu türden bir batıl davet nispet etmektedir. Bu ise mutlak anlamda Allah'ın varlığını inkara götüren vesilelerden biri olmaktan öte bir şey değildir.
Firavun 'Ben sizin en yüce rabbinizim' demesine rağmen, İbni Arabi nezdinde kafir sayılmaz. Çünkü o bu sözüyle, kendisinin ilahi tecelligahlardan biri olduğunu ilan eder. Her şeyi Rabb'dir ve Rabb'in tecelligahıdır. Firavun, egemenliğin ve krallığının verdiği üstünlükle 'Ben sizin en yüce rabbinizim' dediği zaman yalan söylemiş olmaz. Bundan önce de Hallac; 'İblis hocam, Firavun da dostum' demişti." Sayfa 203.
"Nur-u Muhammedi görüşünü ilk defa dile getirip sufi çevrelere takdim eden Hallac'dır. Ona göre, tüm ilim ve irfan bu nurdan kaynaklanır." Sayfa 207.